Ad soyad: Ojufemi d'Estaign
Yaş: 17
Ben sevdiklerimi aniden kaybetmedim hiç. Bir gün gitmeye karar verenlerin gideceklerini her zaman sezmiştim, sezmiştim ve beklemiştim. Birilerinin öleceğini de, öncesinde uzun bir hastalık devresi geçirdikleri için tahmin edebilmiş ve yokluklarına hazırlanacak vakti bulabilmiştim… İnsanlar hayatımdan nasıl giderse gitsinler, artık bir daha onları göremeyeceğime, seslerini bir daha duyamayacağıma, gülümsemelerinin hep bir fotoğrafta saklı kalacağına inandırmıştım kendimi. Şanslıyım belki, hayat beni hep hazırladı birilerinin kaybolup gideceğine daha onlar yanımdayken…
Belki de bu yüzden en çok da bu konuda şansımın dönmesinden korkarım. Evet, bencilce bir şey bu biliyorum, önceden hazırlık yapabilecek zaman için tanrıya dilenmek ama elimde değil. Herkes kadar, hatta belki de herkesten daha fazla zaafım var benim ve üzerinde düşündüğüm her defasında zaaflarımın arasında en çok da bundan korkuyorum.
Biri bana sezdirmeden çekip gidecek; biri hastalanmadan önce ölecek, öylece, bir anda, ben daha ne olduğunu anlamadan.
Kaybettiğim kişi, ‘ölerek terk ettiyse beni’ ilahi bir güce bağlayıp katlanabilir miyim yoksunluğuma bilemiyorum. En azından yanımda kaybımı bilen birilerin olduğunu düşünerek bir nebze de olsa teselli bulabileceğimi biliyorum yalnızca…
Ama o, hayattaysa, hala bir yerlerde nefes almaya devam ediyorsa ve bundan hemen önce beni bir anda bırakıp gidiverdiyse hayatın önüme koyduğu o bitmek tükenmek bilmeyen basamaklardan bir sonrakine nasıl katlanabileceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Çünkü bunu anlatmayacağımdan, bu acıyı çekerken yanımda bir yandaş aramayacağımdan ve içime kapanacağımdan eminim ben.
Neyseki Ojufemi d'Estaign, bana, anlatıcısı ve yaratıcısı olan bana benzemiyor. Ya da 'neyseki' yerine 'maalesef' mi demeliydim?
Ojufemi de tanıdığı herkesi ve her şeyini, hayatta oldukları halde kaybeden bir genç kızdı.
Onun hayatı, Müdüre Caist'in tabiriyle ‘doğumundan çok önce başlamıştı’.
Şimdi, nasıl olup ailesinin onu yetimhaneye bıraktığını, neden bıraktığını anlatmayacağım sizlere. Benim görevin sadece onun yaşamını anlatmak. Neyse. Her zamanki güneş, her zamanki sıkıcılığıyla ışıklarını, yetimhanenin çatı katındaki odasına vururken o küçük pencereden, lanetler okudu her zamanki gibi ve içindeki tarifsiz sıkıntıyı bastıramadı yine. Ağustos'un on üçünde yetimhaneden, evi olarak gördüğü tek yerden ayrılmak zorunda olması mıydı acaba bunun tek nedeni? Zira Ağustosa az kalmıştı ve reşit olduğu için bu devlet yetimhanesinden ayrılmak, gerçek hayata, ayaklarının üstünde durmak için atılmak zorundaydı. Aslında Ojufemi'ye sorsanız, o, on sekizine bastıktan sonrada orada kalmaya devam ederdi ama bu defa bir çalışan olarak. Fakat tam tersi Müdüre Caist'e soracak olursanız da, bu, en son çare olmalıydı. Zira Ojufemi'nin bambaşka bir kaderi vardı. O, bu yetimhaneye gelen diğer herkesten ve belki de gelecek olan herkesten daha değişik, belki de özel bir kızdı. Davranışları, sezgileri... Her şeyiyle farklıydı o. Bunun nedeni zeka testlerinde yüksek sonuçlar çıkarması ya da yetimhanedeki derslerde çalışmamasına rağmen A+'dan düşük not almaması değildi. Ya da ailesinin henüz ana rahmindeyken onu terk etmeye karar vermesinin getirdiği bir olgunlukta değildi. Sadece, bazı insanların sezinleyebildiği garip ve çekici bir havası vardı ve bu, gerçekten de herhangi bir vasfı değildi. Zeki olmasaydı da, neşe dolu olmasaydı da, yeşil gözlerinde o pırıltı olmasa da... O her zaman farklıydı.
Ojufemi, Müdüre Caist'in odasında derin düşünceleer dalmış şekilde kendisi hakkında endişelendiğinden bihaber, esneyip gerinerek, çatıdaki küçük, daire şeklindeki pencereden baktı. Eski püskü bir oda olmakla beraber, hani şu hepimizin çocukluğumuzdan bildiği çizgi film Heide'deki Heide'nin odasını andırıyordu. Bu berbat odayı, diğer odalara ve yatakhanelere kıyasla kendisi seçmişti. Nedeni basitti. Burada kendisi gibi yetim olan tüm çocuklar, en fazla on iki yaşındaydı. Zira herkes on ikisine bile gelmeden evlat ediniliyor ve yeni yaşamlarına doğru uçarcasına ve bir daha asla buradaki yaşamlarını hatırlamamaya söz vererek içlerinden, gidiyorlardı. Ojufemi ise evlat edinmeyen nadir çocuklardandı ve on yedisine ya da on yedi buçuğuna kadar burada kalabilmeyi başarmıştı. Diğer çocuklara ablalık yapmak da zevkliydi üstelik. İlköğretimini yetimhanede geçirse de, lise öğrenimini şehirdeki bir okuldan alıyordu zira yetimhanede lise eğitimi verilmiyordu. Zaten burada daha çok dine dayalı eğitim verilirdi rahibeler tarafından.
Pencereden en sevdiği rahibeyi gördü. Rahibe Emily... Üzerinde çok durmadı ama. Zaten ansızın yaklaşan ağustosu da unuttu. Bu güzel yaz gününde dolaşmak istiyordu. Hemen üstüne siyah, dar bir kot pantolon geçirdi. Zaten tek pantolonu buydu. Rahibeler bunu yıkadığı günlerde dışarı çıkmaz, yetimhanede de uzun bir atletle dolaşırdı zaten. Üstüne de soluk, koyu yeşil askılı, atlet tarzında bir tüşört geçirdi. Eski olduğu, solgun renginden belliydi. Ve sonra dışarıya çıktı. Yaşı itibariyle, şehre yakın olan yetimhaneden tek başına çıkma hakkı vardı. Geçen ay, tam gün çalıştığı yerden aldığı maaşını harcayabilirdi. Fakar hiçbir şey istediği gibi olmadı...
Gezmekten sıkıldığı ve parasını harcamaya kıyamadığı için, eh ne de olsa ilk kazandığı paraydı, her zamanki sığınağına, eski kütüphaneye gitti. Bu görkemli kütüphanede kaybolmak, kitapların arasında dolaşmak, onlarla konuşmak, onların kendisine anlattıklarını dinlemek hoşuna gitmişti hep.
Saatler sonra, kütüphaneci kadın uyardı genç kızı. Saat geç olmuş, hava kararmıştı ve kapatmak zorundaydı. Şaşkınlıkla etrafa baktı. Masaların üzerindeki abajurların yandığını fark etmemişti. Dışarıya çıktığında müdüreden sıkı bir azar yiyeceğinden emindi. Hava kararmış, sokaklambaları yanmıştı. Bir yaz gününe oranla çok hızla kararmamış mıydı hava? Sonra önünde beliren siyah silüetle bir küfür bastı. "Hassttt... Sen de nereden çıktın?" Fakat önüne çıkan silüet duymamış gibiydi onu. Ve yıllardır müdürenin farkında olduğu şey gerçekleşiyordu belkide. "Seni seçti... Gecenin Tanrıçası seni istiyor..."