Gece Evi Rpg'de Kyou Kitagawa karakterimle yazdığım rp'yi güzel buldum ne alakaysa. Ben de paylaşmak istedim.
İki sevgiliyi odalarında 'birlikte uyumak' üzere yalnız bırakmak ne kadar doğru bilmiyorum, ama içgüdülerim Keiko ve Shiki'nin kendi kararlarını verecek kadar büyüdüklerini hatırlatıyor bana. Tamam, belki bir nebze de olsa belki ikizime karışabilirim ama Shiki hakkında aynı şey mümkün değil, ve bu sefer başka bir seçenek yok. Beynimin haşaralar tarafından basılması işini sonraya erteleyerek odama çekildim.
XVI. Louis tarzı dizayn edilmiş odamın fresklerle kaplanmış duvarının karşısındaki aynanın varaklı çerçevesini dikkatlice tuttum. Çerçeveyi sağa doğru iterken durdum ve aynadaki yabancıya baktım. Karşımda yaşının çok üstünde gösteren bir kadın duruyordu. Olgun ve bezgindi. Heh, ironik. Sonuçta biz vampirler yaşımızı belli etmeyiz. 3 yüzyıl geçirmemiz size 3 yıl gibi gelir. Genciz, güzeliz lafı bizim için kat'iyen geçersizdir. Zira yaşlı olsak bile güzeliz.
Başımı iki yana sallayarak bu saçma ve gereksiz düşüncelerden kurtuldum. Aynadaki yabancıyla -tekrar- karşı karşıya gelince ister istemez elim aynadaki yansımama ilişti. Yorgun gözlerimin altında gezdirdim parmaklarımı, soğuk aynada. İçim ürperiyordu 'o'na bakarken. Bu gerçekten ben miyim diye soruyordum. Evet biliyorum. Ağzı, burnu, kaşları, gözleri, saçları, omuzları, vücudu ile bendim karşımdaki. Ama gözlerinin içindeki belirsizlik. Ordaki kişi ben olamam. Ben her zaman kendinden emin ve kuşkuya yer bırakmayan bakışlara sahiptim. 'O'nun gibi titrek gözler bana uymuyor. Hayır, beni tanımlamıyor o bakışlar. Ayna... Ayna yalan söylüyor.
Sinirlenip komidinin üstünden aldığım demir hançeri yüzümün yansıdığı yere saplıyorum. Yere düşen parçalar sinirimin bir meyvesi olarak adlandırılmaktan başka bir işe yaramıyor. Gözüm kırık aynanın parçalarına kaydı yine. O boş ifade gitmiş, yerine gerektiğinde polyanna'yı gerektiğinde ise kötü üvey anne'yi oynayan 'eski ben' gelmişti. Yüzümdeki ifadeleri görünmez bir süpürge alıp götürürken ciddiyet takınmıştım. Kırılması umrumda olmayan aynanın çerçevesini tutup asi bir tavırla kenara fırlatırken, aynadan bir eser kalmadığını fısıldıyordu -bazen gayet sinir bozucu olabilen- iç sesim bana.
Aynanın arkasında duran içki koleksiyonuma ulaşmanın her seferinde bana bir aynaya mâl olup olmayacağını düşünürken 79 yapımı bir içkiyi elime almış, kadehe dolduruyordum. Boş bir gölge misali, elimdeki kadehle yatağıma doğru ilerlerken kendimden irenmiştim. Çok yakında selülitlerim oluşacak, ve moralimi alt üst edecek bu olay karşısında kendimden vazgeçtim bir alkolik olacaktım. Pekala, şu anda bu senaryoya içten içe inandığım söylenemez ama eninde sonunda bu gerçekleşecek.
İnsomniam sağolsun, büyük ihtimalle uyuduktan en fazla 4 saat sonra uyanacağım. Bu yüzden geç geç yatma gibi bir problemin yok, ama okula delirtici bir sessizlik hakimken uyanık olmak gerçekten can sıkıcı bir şey. Saatlerce okulun içinde güneşten kat'iyetle kaçınarak dolaşmak, çok sıkıcı ve yorucu. Peki biliyorum bu garip istek ama keşke ikizimin de uykusuzluk hastalığı olsaydı, birlikte takılırdık en azından. Ah tamam tamam, geri alıyorum. İkizimin hasta olmasını istemiyorum. Yani, tam bir hastalık sayılmaz ve vampirlerde görülen ender rahatsızlıklardandır ama bu, can sıkıcılık katsayısını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Çeyreğine kadar içki dolu kadehi dudaklarıma götürüyorum. Aklım ayrı alemlerde dolaşırken kadehi, içki dudaklarımı ıslatacak kadar kaldırıyorum. Ardından bir anda içimi basan o garip duygu tüm kadehi kafama dikmeme ve hemen ardından yere atıp yüzümü ekşitmeme neden oluyor. Pekala, odamı her zaman dağıttığımın farkındayım ama bugün biraz abarttım gibi sanki. Ah, ne fark eder. Benden başka kimse girmiyor zaten. Dağınık olsa ne olur?
Başımı yastığa doğru atıp tüm gün[veya gece.. her neyse işte] taşıdığım vücudumun ağırlığını yatağa yüklüyorum. Ayakkabılarımı birbirlerinden yardım alarak çıakrttıktan sonra odanın rasgele bir yerine fırlatıyorum. Gözlerimi kapatıp, sabahın bir köründe acı bir baş ağrısıyla açmak için uykuya dalmaya çalışıyorum. Ama ne hacet? Sanki bugünki olaylar isteklerime tezat işlemeye yemin etmiş gibi uykum da intihar ediyor.
Saymaya çalışacağım koyunlar küçükken çok korktuğum o korku filmi kahramanı tarafından katledilmiş. Ağlayan çobanı liğme liğme edip çitin öbür tarafına atacağım parçaları mı saysam diye düşünürken saatin sesleri ilişiyor beynime. Tik-tak. Tik-tak. Tik-tak. Yatağımın hemen altına 'kaçmış' olan topuklu ayakkabıyı alıp sesin geldiği yöne fırlatıyorum. Elbet, ateşin gücünü kullanabilirim ama oda parfümümün yanık kokusuyla pek iyi ilişkiler içinde olduğunu sanmıyorum. Eh, bu riski göze almak da pek işime gelmiyor açıkçası. Saati ıskalayıp bir fotoğraf çerçevesine çarpan topuklu ayakkabım, etki-tepki mekanizması sayesinde geri dönüp saatin de icabına bakıyor. Ama beni asıl ilgilendiren şey zembeleğine kadar parçalanmış olan saat değil camı kırılmış olan çerçeve. Tamam çerçeve de değil, içindeki fotoğraf. Her neyse... Kendime reddetme şansı bırakmadan hemen yataktan kalkıyorum. Üstündeki cam kırıkları yüzünden görüntüsü bozulan fotoğrafa kötü bir şeymiş gibi bakıyorum bir süre. Ardından kaynayan bir suya elimi uzatırmış gibi alıyorum çerçeveyi rafın yüzeyinden. Birden çerçevenin arkasını çevirip içindeki fotoğrafı alıyor ve dört parçaya bölüyorum. Fotoğraf parçaları elimde, yatağıma dönüyorum.
Rahat etmeyen vicdanım ellerimin hızlı bir şekilde fotoğrafı düzgün sıraya koymaya zorluyor. 'Annem', 'babam', ikizim ve ben... 'Mutlu Aile Tablosu!' Güzel bir yalan. Bir şey dememe gerek duymayan ateş gelip elimdeki fotoğraf kalıntılarını yakıyor. 'Anımız' küllere dönüşüp odanın içine savrulurken ben yorganımı başıma kadar çekip gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. İlk defa bu kadar 'uykuya dalmaya' ihtiyacım var. Ve bu sefer bu gereksinimi ne hastalığım, ne de gözlerimden akan sinirli gözyaşlarıyla ıslanan yastığım engelleyebilecek. Ve sonunda, huzursuz da olsa bir uykuya dalıyorum. Sözde ailemin olmadığı, dilediğimi var edip, dilediğimi yok edebildiğim kendi dünyama giriyorum. Evet, burası huzurlu. Burası, güzel. Ve yine burası mutlu. Çünkü burası 'benim'. İnsanların bana biçtiği kaftanlara girmek için çaba harcamadığım tek yer çünkü burası. Ve burayı 'da' elimden almalarına izin vermeyeceğim. Asla!
Yorumlarınızı bekliyorum.